Stagira’lı Aristo eski bilim adamları içinde bir yandan tabiat biliminin ilk öğrencilerinden, öte yandan da bilim ve metafiziği birbirine bağlayanların sonuncuları arasındaydı. Uzun süren ömrü süresince, Philip Atina’yı egemenliği altına almış, İskender dünyayı fethetmiş ve bir zamanlar Yunanistan üstünde parlayan zafer ve şöhret yıldızı ebediyen geçip gitmişti. Bundan böyle, Avrupa üzerinde Roma güneşi doğmuş ve tarih sahnesi batıda İtalya yarımadasına doğru kaymıştı.
Aristo M.Ö. 384’de Stagira’da doğdu. Babası Nicomachus’un ataları Aesculapius’un oğlu olduğu söylenen Machaon’a kadar dayanır. Gerçi, soylu ataları olmasa da Aristo’nun bilim, kültür ve eğitime karşı doğal bir eğilimi olduğu muhakkaktır. Aristo’nun babası doktordu ve Makedonya Kralı Amytas’ın dostuydu. Amyntas, bir süre sonra Aristo’nun öğretmenlik yapacağı dünya fatihi İskender’in büyük babasıydı.
Aristo’nun ilk öğretmeni muhtemelen babasıydı. Tıp konusunda bazı şeyler öğrendi ve bir tıp kardeşlik birliği olan Asclepiads’ın üyesi oldu. Aristo bu mesleği öğrenecek vakti ne zaman ve nasıl bulmuştu? Tarihçiler, Aristo’nun çok deli dolu bir gençliği olduğunu belirtirler. Bazılarına göre parasını gürültülü bir yaşantı içinde boş yere harcamış, sonra açlık tehlikesini önlemek için orduya yazılmış ve çeşitli serüvenlerden sonra Stagira’ya dönerek para kazanmak üzere doktorluğa başlamıştır.
Aristo hakkında bir şeyler söyleyenlerin hepsinin birleştiği nokta, Aristo’nun Eflatun’un yanında eğitim gördüğüdür; ancak bu eğitim süresi sekiz yıl mıdır, on sekiz yıl mı bilinmiyor. Yine herkesin uzlaştığı bir diğer nokta, Aristo’nun çok parlak bir öğrenci olduğu ve büyük filozof tarafından «okulun dehası» olarak adlandırıldığıdır. İki deha arasındaki bu güzel ahenk, maalesef, çok uzun sürmedi. Aristo, «Eflatun benim için çok azizdir, ama gerçek, Eflatun’dan daha azizdir», diyordu. Eflatun buna çok kızmış ve şöyle yazmıştır. «Tayların analarını tekmelediği gibi silkti, attı beni, Aristo». Eflatun için büyük şanssızlık, fakat dünya için büyük şanslılık olan bir şey varsa, o da Aristo’nun kendisini ikna etmedikçe, Tanrı’yı bile inkâr edecek kişilikte bir insan olmasıydı.
Aristo on sekiz yaşında Atina’ya geldi. Orada yaşarken, bir şehir devleti olan Aterneus Kralı Hermias’ın ilgisini çekti ve saraya davet edildi Bu ziyaret Hermias’ın kızı veya yeğeni olduğu sanılan Phyhias İle evlenmekle sonuçlandı. Bu prenses karısından bir kızı; birinci karısının ölümünden sonra evlendiği halktan bir kişi olan ikinci karısından da bir oğlu oldu.
347’de Eflatun’un ölümü üzerine Aristo Hermias’ın yanına gitti ve orada üç yıl yaşadı. Sonra bir yıllığına Mitylene’e gitti. Oradayken Makedonya Kralı Philip tarafından on üç yaşındaki oğlu İskendere öğretmen olarak çağrıldı.
Burada, iki bin yıldır defalarca sorulan bir soru geliyor akla; Geleceğin bu dünya fatihi ve zalim hükümdarına Aristo ne öğretmiş ne verebilmişti? Hükümdarın yaşantısı sırasında, bütün zamanların en büyük kişilerinden biri olan Aristo’nun etkisi altında kaldığını, onun öğretisinden yararlandığını gösterecek ne gibi belirtiler, ipuçları görüldü? Aristo bu doymak bilmez ihtirası besleyip, teşvik mi etmişti? Aristo İskendere, onun sonradan kendisini tanrısal bir soydan geldiğini sanmasına yardım edecek bir eğitimi mi vermişti? Bir filozofun öğrencisine öğretmesi, telkin etmesi beklenen itidal, denge, hoşgörü, kendi kendisini kontrol etme yeteneği ve alçak gönüllülük gibi özelikler nerede kalmıştı
Gerçek olan suydu ki, İskender’e kimse öğretmenlik edemez, ona bir şey öğretemezdi. İskender kendine özgü, orijinal yaradılışta bir çocuktu. Muhtemelen hastalıklı bir zekâsı ve aklı vardı. Çocukken, başlıca eğlencesi, hiç kimsenin ehlileştiremediği atları ehlileştirmekti. İskender’in karakterinin anahtarı da buydu zaten. Böyle bir çocuğa hiçbir felsefe gelemezdi; onu sadece savaş bilimi İlgilendiriyordu.
Aristo yedi yıl Makedonya’da kaldı. Philip’in öldürülmesi üzerine İskender Makedonya tahtına çağrılınca, Atina’ya döndü. Aristo elli yaşındaydı, ve bu yaşta ölseydi, belki de hiç hatırlanmayacak, veya sadece Eflatun’un parlak bir öğrencisi ya da Büyük İskender’in öğretmeni olarak hatırlanacaktı. Ölmez eserlerinin önemli bir kısmı henüz yazılmamıştı. Elli yaş az değil ve Aristo güç bir ömür sürmüştü. Aristo ne beklemiş, ne bulamamıştı? ve simdi, ellisinde hiç bulamayacağı şey neydi ? Kaybolan ümitler, idealler ve güven yüzünde derin izler bırakmıştı; gözlerinde ve dudaklarında İse bir miktar acı, bir miktar ümitsizliğin izlerini taşıyordu
Aristo Atina’da kendisi için bir okul kurdu ve Peripatik (Yürüyen Filozoflar) adını taşıyan bir grubun basına geçti. Kurduğu okulda, verdiği dersler muhtemelen kitaplarının büyük bir kısmını teşkil etmektedir. Kendinden öncekilerin aksine, çalışmaları sadece metafiziğe bağlı kalmıyordu; ancak o da bu bilinmeyen konu ile işe başlamak zorundaydı. Hayatın her belirtisi onun için canlı ve ilgi çekiciydi. Konu olarak bütün bilim âlemini seçmiş ve her alanda son sözü kendi gözlemleri ve düşüncelerinin süzgecinden geçirerek yazmıştır.
Yeni bir şey keşfedince, eski hipotezlerinden vazgeçmiş ve ondan konuşmadan önce uzun uzun incelemiş, düşünmüştür. Böylece, tümevarım metoduyla düşünme tarzının ilk dersini kazandırmıştı dünyaya. Aristo hatalar yapmıştı, şüphesiz; fakat hataları geçiciydi, gerçeği ararken her pırıltının arkasından gitmeyi denemiştir.
Okulunda yaşadığı ve düşündüğü on iki yıl zarfında, Aristo çok meşgul bir adamdı. Bilinen dünya, adeta, onun bahçesiydi; Aristo, bu bilinen dünyanın köşe bucağından acayip hayvanlar bulup getiriyor ve bunlar kendisine tabiat bilimi tarihi için önemli bilgiler sağlıyordu. Bütün hayatı boyunca, bulduğu her kitabı toplamıştı. Öyle ki Eflatun Aristo’nun evi için «okuma salonu» deyimini kullanıyordu. Bitkileri, iklimi ve astronomiyi inceledi ve yazdı. Eskilerin kendisine atfettikleri bin ciltlik eseri yazmış olması için, Aristo’nun gerçekten son süratle yazması gerekmiştir.
Bütün bu eserlerin hepsi Aristo için yabancı olan bir halkın ortasında, Atina’da yazılmıştı, Atinalılar Aristo’yu hiç benimsemediler. Onlar için Aristo, Makedonyalı müstebit hükümdarın taraftarıydı ve Atinalılar İskender’den nefret ediyorlardı. Bu sırada Demosthenes İskenderi tanımadığını ilân ederek, Atina’da İskenderi tutan partiye karşı kampanya açtı. Bu parti içinde de herkesin üstünde Aristo vardı. Demosthenes, Aristo’nun bir filozof ve bilim adamı olduğuna ve politikayla ilgisi olamayacağına inanmıyordu. İskender bir vakitler Aristo’nun öğrencisi, onun ürünü değil miydi?
Aristo için günler sakin değildi artık. Eflatun’a gösterilen saygı ve sevgi Aristo’ya gösterilmiyordu. Aristo, elektrikli bir hava içinde hararetle çalışıyordu. Bütün bu yıllar zarfında, bir dakika yoktu ki, Atinalı ayak takımı Aristo’yu memnuniyetle paramparça etmeyi düşünmesin.
İskender İle Aristo’nun arası bozulduktan sonra bile durum düzelmedi. İskender ile bozuşmasının nedeni, Aristo’nun yeğeni Callisthenes idi. Bazı sebeplerden dolayı Callisthenes, İskendere bir tanrıymış gibi muamele etmeyi reddetmişti. İskender Mısırda iken, her nasılsa kendisinin tanrısal olduğu fikrini kafasına koymuş ve herkes tarafından kendisine tanrıymış gibi saygı gösterilmesini ve davranılmasını emretmişti. Asi ve tanrıyı (!) reddeder Callisthenes ölüme mahkûm edildi.
Callisthenesin affı için Aristo aracılık etti. Böylesine ciddi bir meselede araya girmek biraz can sıkıcı bir şeydi. Bu arada, muhtemelen Aristo, eski öğrencisine tanrılığının bir hayli şüpheli olduğunu da işaret etmişti. Her neyse, Aristo yeğenini kurtaramadı; sadece eski öğrencisinin gazabını üstüne çekti ve İskender’in ilâhi gücünü bir bilge ve yaşlı kişiyi öldürerek de ispatlayabileceği tehdidi ile oradan uzaklaştı.
Bu görüşme öğretmen ve öğrenci arasındaki ilişkilerin sonu oldu. Ancak, İskender yaşadığı sürece, Atina’daki Makedonyalılar partisi ayakta durabildi, onlar arasında Aristo da. Fakat, 323’de İskender öldü ve Atina’daki politika kazanı taştı. Halk tahta gelen Antipater’e karşı ayaklandı ve Yunanlılar «Lamia Savaşına» başladılar.
Bunun üzerine Aristo’nun düşmanları kendilerini göstermek cesaretini buldular Büyük bilim adamına karşı ilk darbe baş rahip Eurymedon’dan geldi. Baş rahip, Aristo’yu dualar ve kurbanların değersiz olduğunu öğretmekle suçluyordu.
Bu itham okunduğunda, Aristo mücadelenin sonu geldiğini anlamıştı. Yıllardır, Atinalıların nefreti ortasında yılmadan yoluna devam etmişti. Sadece gerçeğe yönelmiş olarak. Yunanlı olan her şeyi terk etmişti, fakat Yunanlılar onu huzur içinde bırakmadılar. Artık her şey bitmişti.
Daha önce rahipler Sokrates’i de öldürmüşlerdi. Aristo Atinalıların felsefeyi bir kere daha katletmelerine müsaade etmeyeceğini söyleyerek kaçtı. Ana yurdu Chalcis’e döndü. Orada annesinin halkı kendisini eve dönen bir maceraperest, olarak karşıladı, fakat bu karşılamada büyük öğretmen ve bilim adamı için hiçbir sevinç, hiçbir coşku yoktu. Bir yüzyılın üçte birine yakın bir süre Atina’da yaşamış, orada tanınmıştı. Sevdiği dostları, öğrencileri orada idi. Bitkileri orada, hayvanları ve kitapları orada idi. Velhasıl, Aristo’nun laboratuvarı, eserlerinin yaprakları Atina’da kalmıştı. Burada ise yalnızdı ve çok yorgundu.
Bu arada Atina’da Aristo’nun baş düşmanı Demosthenes de oldukça yorgun ve ümitsizdi. Rivayet edilir ki, Atina’nın en büyük hatibi İle en büyük öğretmeni, Milâddan önce 322’de aynı zamanda biri Atina’da, diğeri Chalcis’de zehir içerek güçlüklerle dolu yaşantılarına son verdiler.
Aristo yorulmak bilmez bir yazardı, fakat eserlerinin büyük bir kısmı kaybolmuştur; ancak, kalanlar gene de insanı şaşırtacak kadar çok ve çeşitlidir.
Aristo metafizik, mantık, astronomi, meteoroloji, tabiat bilimi alanlarında; «Hayvanların Organları», «Hayvanların Hareketleri», «Hayvanların Çoğalması», gibi spesifik konularda; ayrıca, hitabet, şiir ve politika konularında eserler yazmıştır. Bugün, bilim adamlarının gittikçe daralan konularda ihtisaslaşmaya gittikleri devrimizde, böylesine geniş bir sahaya el atmaya kim cesaret edebilir? Üstelik, Aristo, bugünkü modern aletlerin hiçbirine sahip değildi. Saati yoktu, termometresi yoktu, ağırlık ve ölçü birimleri yoktu, mikroskobu yoktu; ve yerçekimi ve havanın ağırlığı konusunda hiçbir bilgiye sahip değildi.
Kendisine yol gösterecek hiçbir şey olmaksızın, Aristo, önce eskiden kalan izleri temizledi. Onun istediği tek başına büyük bir şan ve şerefti. O, sadece kendisinin bütün evreni doldurmasını ve insanlığın bütün aklını kucaklamasını İstiyordu.
Democritus‘un atom kuramını reddetti. Anaxagoras’ın ileri sürdüğü «insanın eli işledikçe kafası da gelişir» görüşünü tanımadı. Kendisi bunun tersini ileri sürdü, yani daha büyük beyinin daha büyük (iyi) ele ihtiyacı olduğunu söyledi.
Pythagoras’ın «dünyanın merkezî bir ateş etrafında döndüğü» şeklindeki görüşünü darmadağın etti; ve kendisi dünyanın evrenin merkezi olduğu şeklideki eski görüşü kabul ederek egosunu tatmin etti.
Democritus‘un geliştirdiği «duyuların merkezi beyindir» görüşünü kabul etmedi, o bu görevi kalbe verdi.
Bütün bu kendi orijinalitesini ortaya serme çabalarına rağmen. Aristo gene de büyük bir bilim adamıydı. «Bilimi dünyaya Aristo kazandırmıştır» tezini fazlasyla haketmiştir. Embriyoloji bilimini dünyaya kazandıran kesinlikle Aristo’dur. Aristo, embriyo içinde kalbin ilk gelişmelerini keşfetti ve bundan embriyoloji uzmanı Van Baer’in meşhur ettiği büyük modern kanuna doğru yol açtı.
Şöyle ki, embriyo içinde ilk önce cinse ait özelliklerin teşekkül ettiğini, sonra türe ait özelliklerin, sonra da kişisel özelliklerin belirdiğini söyledi.
Kalıtım konusunda Gregor Mendel‘e yol açan şöyle bir soru atmıştı ortaya ; Bir beyaz kadın bir zenci ile evleniyor. Çocukları beyaz fakat torunları arasında siyah derililer bulunuyor. Aristo soruyor: Beyaz kadının beyaz çocuklarında siyah ırka alt özellik nerede saklanmıştı? İki bin yıl sonra bu sorunun cevabını Mendel verdi.
On dokuzuncu yüzyılda Herbert Spencer şu öğretiyi İleri sürdü : «Hayvan ne kadar fazla gelişirse, o kadar az çoğalır.» Milattan üç yüz yıl önce Aristo aynı buluşu yapmıştı.
Aristo hayatın bitkilerden hayvanlara doğru, sonra daha ilkel hayvanlardan daha gelişmiş hayvanlara doğru, onlardan da insana doğru geliştiğini söylemiştir. On dokuzuncu yüzyılın ortasında Darwin aşağı yukarı buna benzer bir kuram geliştirdi ve adına da «Evrim» dedi Aristo bir evrimci değildi ve Darwin’in büyük kuramına ulaşacağı da söylenemez; ancak o bir fikrin peşindeydi, bu fikri de mantıken Darwin’in ulaştığı sonuca götürecekti.
Aristo mantık biliminin baş mimarıdır. Aristo mantığı olarak bilinen öğreti yüzyıllarca, özellikle ortaçağ boyunca dünyaya hükmetmiştir.
Hayvanları sınıflandırmada Aristo bir öncüydü. Kurduğu sistem öylesine iyiydi ki, Linnaues daha iyisini bulana kadar devam etti. Hayvanları kanılar ve kanısızlar (bugünkü omurgalılar ve omurgasızlar) olarak ikiye ayırdı.
İnsanları doğuran (viviparous) hayvanların sınıfına dahil etmişti. Yani, dişi hayvanın bedeni dışında yumurtanın gelişmesine lüzum kalmaksızın, yavru üretecek hayati ısıya sahip olan hayvanlar sınıfı idi bu. Ancak, gene de Aristo’nun insanı, hayvandan farklı bir yaratıktı. Aristo bütün hayvanların, en azından serbest hareket gücüne sahip olan hayvanların ruhu olduğunu ileri sürdü; fakat sadece insan için hassas ve muhakeme edebilen bir ruh ayırmıştı. Aristo Orta Çağdaki ününü kısmen buna borçludur.
Çoğalma Aristo’yu özellikle ilgilendiriyordu ve ilkel hayvanlar konusunda gerçeğe uyan pek çok şeyler bulmuştu; fakat İnsan embriyosu hakkında pek bir şey bilmiyordu. Fakat Aristo bilmediğini kabul etmediğinden bu konuda bir sürü saçmalıklar yazdı. Aristo şöyle diyordu: Çocuğun cinsiyeti babanın güçlü veya zayıf oluşuna bağlıdır. Baba kuvvetliyse çocuk oğlandır; zayıfsa kız.
Gerçekten de Aristo kadınlara aşağılık bir gözle bakardı. Kendisi de en az iki kadını çok yakından tanımıştı. «Doğanın bütün amacı erkeği meydana getirmektir», diyordu. Ancak, doğanın da amacı mükemmel olmasına rağmen hata yapabileceğini kabul ediyordu. Çünkü doğanın uğraştığı malzeme her zaman mükemmel değildi. Ham madde bir erkek yaratacak kadar kaliteli değilse, doğa bu malzemeden kadın yaratıyordu. Sonunda işler öylesine birbirine girdi ki, erkeğin ölmezliği için kadın bir gereklilik haline geldi. Aristo bundan acı bir şekilde yakınıyor.
Modern kadının Aristo’nun fikirlerinden gocunması ve onu ciddiye alması gerekmez. Türlerin dişisi konusunda Aristo’nun bilgisi sınırlıydı. Örneğin, erkeğin kafatasında kadınınkinden daha fazla sutur (kafatası kemiklerim eklemleri) olduğunu; erkeğin kadına göre daha az kaburga kemiği olduğunu söylüyordu
Aristo nüfusun sınırlandırılması gerektiğine inananlardandı. Örneğin, bir şehir devleti için karşı çıkarken, öte yandan çocuk düşürme yoluyla doğum kontrolünden yanaydı. Bunda da bütün amaç erkeğe daha iyi bir şans tanımaktı. Kadının ne düşünüp ne hissettiği, Aristo’yu ilgilendirmiyordu. Aristo de «Sükût kadının şanındandır» seklinde düşünenlerdendi.
İdeal bir devlette kadının da erkekler gibi eğitim görmesi gerektiği, böylece her iki cinsin beraberce gelişeceğini tavsiye edilmişti. Aristo bu fikri reddetti. O, kadınların erkekleşmesinden yana değildi. O, kadınla erkek arasındaki farkın iyice belirlenmesini, böylece kadınların erkek evlat yetiştirmek olan tek fonksiyonlarını hakkıyla yerine getireceklerini ileri sürüyordu.
Aristo, «genç erkeklerin kolayca aldandıklarını, çünkü kolay ümitlendiklerini» söylüyordu. Bu nedenle, Aristo’nun ideal devletinde hiçbir erkek otuzyedi yaşından önce evlenmemeliydi. Otuz yedi yaşında ise, yirmisinde bir genç kızla evlenecekti. Böylece, kadınla erkek beraber gelişecekler ve uzun süre çocuk, erkek çocuk, yapabilme şansları olacaktı.
Aristo’nun tanrısı elle tutulup, gözle görülmeyen, uzak, soyut bir şeydi ve sadece evreni düzene sokmak için işe karışmıştı. Tanrı, kendisi hareket etmeksizin, evreni harekete geçirmişti. Maddeye hareket olanağı sağladıktan sonra kendisi sahneden çekilebilirdi. Ve nitekim Aristo’ya göre çekilmişti de.
Fiziğin hareketle ilgili konularında, bu yaşlı bilim adamının Milattan üç yüz yıl önce çok akıllıca bir tahminde bulunduğu söylenecektir. Fizikçiler, maddi varlıkların, yani gördüğümüz ve dokunduğumuz şeylerin gerçekte sadece titreşimler yani ortam içindeki elektronların kendi yörüngeleri etrafında dönmesiyle meydana gelen hareket olduğunu söyleyeceklerdir. Yani bu durumda, evren içinde her şey bir elektriksel tezahür müdür? Belki de. Böyle olsa bile, «eşyalar» gerçektir. Tıpkı, Aristo’nun eşyaya hareket veren varlığının hareketsiz olması gibi.
Fakat bu hareket olanağı dünyaya verilmemiştir. Dünya hareketsiz durur, fakat yuvarlaktır, çünkü yuvarlak daire mükemmeliyetine yakındır. Doğanın gözünde en yüksek mertebede olan biçim de «daire» dir. Bu hareketsiz dünya etrafında güneş, ay ve gezegenler dönerler. Bütün hayatı boyunca Aristo kendi gördüklerine inanmıştır, Güneşin akşamları battığını gören bu gözlerin kendisini aldatabileceğine inanmazdı.
Bu Hareket kuramını geliştirerek, Aristo dünyanın devamlı bir değişim içinde olduğunu fark etmiştir. Denizin çekilip kabarması, sahilin bir yerde alçalıp başka bir noktada yeniden yükselmesi; dağların aşınması ve yeni yüksekliklerin oluşması, ilkbaharda yeşeren, sonbaharda sararan yapraklar, yağan yağmur, düşen kar, ovaların çöl, çöllerin ova haline gelmesi, ulusların yükselip yok olması, insanın doğup, ölmesi. Bütün bu deveranı Aristo bir evren filozofunun gözleriyle görmüş, anlamaya çalışmış ve açan bir gül yaprağı, düşen bir çiğ damlasına bakarak, sonsuzluk içinde hayatın devamlı bir tekerrür olduğunu fark etmiştir
Aristo hayvanları yakından incelemiş, hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için onları kesip biçmiştir. Eğer kanunlar ve din yasaklamamış olsaydı, insan bedenini de kesip biçeceği muhakkaktı. Sonuç olarak, kendi iç organları hakkında fazla şey bilmediği halde. İlkel hayvanlardan yüzlercesinin iç organları hakkında oldukça bilgi sahibi olmuştur.
Aristo bilmediği şeyleri tahminden kaçınmaz, ancak bilmeyi tahmine tercih ederdi. Yani, yavrusunu yumurtlayarak değil de canlı olarak doğuran bir köpek balığı türünün bulunduğunu söylediği zaman, ne dediğinin pekâlâ farkındaydı. Birkaç yüzyıl boyunca bu köpek balığı hikâyesi, Aristo’nun saflığının bir delili olarak anlatıla geldi. Fakat sonunda, Aristo’nun haklı olduğu anlaşıldı.
Aristo’nun önce ve hattâ sonraları bile, embryo içinde doğacak hayvanın bir minyatür şeklinde bulunduğu ortak inancı vardı, insan cenininin (fetüs) eğer görülebilse, tamamen yeni doğmuş bir bebeğe benzediği, ancak bunun çok küçük, sadece serçe parmak büyüklüğünde olduğu, düşünülüyordu. Aristo bu inancı altüst etti, fakat öldürmedi. On dokuzuncu yüzyılda bu eski görüşe inanan pek çok kişi vardı. Belki bugün bile böyle düşünenler mevcuttur.
Aristo, yumurta içinde civcivin gelişmesini gözledi ve tohumun geliştiğini, bir biçime girdiğini ve kendisine yeni parçalar eklendiğini gördü Aristo, «üç günlük kuluçka devrinden sonra, yüreğin yumurtanın akı içinde ufak bir kan lekesi gibi göründüğünü» yazıyor «Kan lekesini andıran bu nokta çarpıyor, hareket ediyor ve bu noktadan çıkan kan dolu iki kara damar helezoni bir biçimde, büklüm halinde uzanıyorlar ve kanlı lifler taşıyan bir zar yumurtanın sarısını sarıyor. Kısa bir süre sonra, ilk başta çok küçük ve beyaz olan bir vücut teşekkül ediyor.» olarak yazmıştır.
Aristo, anlayabildiği kadarıyla, varlıkların hayat olmayan yerde canlılık kazandıklarını görmüştü. Bunun üzerine, ilkel hayvanlar arasında kendiliğinden üreme olur, diyordu, iki bin yıl boyunca Aristo’nun sözü geçerli sayıldı. Yağmur suyu içine konarak güneşte bırakılan bir at kılının bir süre sonra yılan haline geleceğine inanan çocuklar belki de halâ vardır. Gülmeyin buna, 125-130 yıl önce buna inananlar vardı. Fakat, Spallanzani veya Pasteur’dan beri, canlı bir şeyin ancak canlı bir şeyden doğacağı kesinlikte biliniyor. Ufacık bir tohum bile, bir çeşit baba ve ana veya aynı derecede etkin bir şey olmadıkça canlanamıyordu.
Aristo’nun pek bilinen başka bir yanlışı da Galileo zamanına kadar sürüp gitti. Galileo’dan önce herkes bunun kesin gerçek olarak bellemişti. Aristo eşyaların yere düşme hızı ağırlıklarıyla orantılıdır» demişti. Buna göre, on kiloluk bir demir parçası bir kiloluk bir demirden on misli hızlı yere düşecekti. Bu oldukça mantıkî görünmüştü, herkese. Öyle ya, büyük ağırlık düştüğü yerde daha büyük delik açmıyor muydu? Bugün herkes biliyor ki, Aristo yanılıyordu. Şaşırtıcı olan nokta, Aristo’nun yanlış yapmakla tatmin oluşu. Genellikle Aristo, önce verileri toplar, sonra kuramını geliştirirdi. Oysa, bu durumda hiçbir denemeye girişmedi. Kendisine söylenenlere inandı ve yanlışlığı sonrakilere aktardı, ta ki, Galileo bu yanlışı Piza kulesinden yaptığı bir denemeyle yıkana kadar.
Fakat Aristo’yu yanlışlarıyla hatırlamayınız. Aristo pek çok alanda bir öncü idi, şöyle diyordu : «Ben daha önceden hazırlanmış bir temel, örnek alacak bir model bulmadım. Benimkisi sadece birinci adım. Bu nedenle de küçük bir adım. Siz okuyucularım beni yaptıklarımla kabul ediniz ve başkalarının yapması için bıraktığım şeylerden dolayı da beni affediniz.»
Küçük bir adım mı? Pek mütevazi bir deyiş. Aristo Galileo’ya kadar mutlak bir hükümdar gibidir.