Çevre; insanların ve diğer canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik ve kültürel ortamdır. İnsan çevresiyle bir bütün oluşturuyor. Bir yandan kendi biyolojik-ruhsal-toplumsal alt sistemlerinin dinamik bir bütünü olan İnsan, bir yandan da fizik- biyolojik-toplumsal-kültürel çevresiyle dinamik bir etkileşim içinde. Bu hem belli bir zaman diliminde hem de başlangıçtan sona ilerleyen zaman bütününde böyle.

Kuramsal düzlemde insan-çevre olgusunu böylesi bütüncül bir insan-toplum-doğa kavrayışıyla değerlendirmenin kaçınılmazlığı ortada iken, yaşanan gerçeklik hiç de böyle değil!

Teknolojinin biçimlendirdiği günümüz dünyası kendini, çözülmesi güç, ancak zorunlu üç bunalımın içinde bulmaktadır. Birincisi, insan doğasının kendisini hesaba katmayan teknolojik, örgütsel ve siyasal düzenleri boğucu ve tüketici bularak isyan etmesidir. İkincisi, insan yaşamını besleyen canlı çevrenin gittikçe hızlanan bir biçimde çöküşüdür. Üçüncüsü ise, konuyu bilen herkesin açıkça gördüğü gibi çoğuna büyük ölçüde ulaşılmış yenilenemez enerji kaynaklarının, özellikle de fosil yakıt kaynaklarının inanılmaz bir savurganlıkla kullanılması yüzünden tükenmek üzere oluşudur.

Bugün batı dünyasının merkezlerinde yaşayan ve dolayısıyla nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturanlar yaşamlarında, bir şeylerin eksik, yanlış olduğunu sezinlemektedir. Bu doğrudan doğruya doğayı mümkün olduğu kadar saf dışı bırakan bir çevre oluşturulmasından kaynaklanmaktadır.

Modern teknoloji, insanoğlunun bir ürünü olmasına rağmen, insan ve doğa için geçerli kurallardan çok farklı ve bunları hiçe sayan kendi ilkeleri, yasaları doğrultusunda otonom bir gelişme göstermektedir. Ancak, tüm doğal olayların boyutlarında, hızlarında ve şiddetlerinde bir ölçülülük vardır. Teknoloji ve aşırı uzmanlaşmanın boyunduruğu altındaki günümüz dünyasında ise, durum hiç de böyle değildir. Teknoloji, kendini sınırlama ilkesini, ne boyutları, ne hızı ve ne de şiddet ölçüsü bakımından tanır. Ve işte bu yüzden, teknoloji, İnsani özünü yitirerek doğayı egemenlik altına almanın vazgeçilmez aracı olmaktan çıkmış, insanı boyunduruk altına almıştır. Modern teknoloji, ulaştığı yerlerde tüketime yönelik yaşama tarzını “tek yaşama tarzı” olarak sunmasıyla birçok gelenek ve kültürün otantik varoluşuna son vermiş ve bir kültür tekliği oluşturmuştur. Bu durum, insanların içten içe isyan etmelerine yol açmaktadır.

Çağdaş dünyanın ikinci temel bunalımı, canlılar dünyasındaki yaşamın, hava ve suyun da dahil olduğu çevrenin, başta radyoaktivite ve sanayi artıkları ve atıkları tarafından kirletilmesi sonucu tehdit ediliyor olmasıdır. Daha şimdiden birçok bitki ve hayvan türü yok olmaya yüz tutmuştur. Özellikle radyoaktivite büyük sorundur; çünkü diğer çevre kirletici maddelerden farklı olarak onu yok etmenin yolu yoktur. Biz sonuçta, ilerde bir gün ortadan kaldırılabileceğini umup, adeta bilinçli ve kasıtlı olarak zehirli bir birikim oluşturuyoruz.

Üçüncü temel bunalım ise, dünyanın yenilenemez kaynaklarının bir gün mutlaka tükeneceği gerçeğidir. Bu can alıcı gerçeği göremeyişimizin bir nedeni insana, insani olana yabancılaşmamız, çevre bilinci ve duyarlılığı taşımayışımızdır. Kendi elinden çıkmamış her şeye “değersiz” gözüyle bakan “modern” insan, kendini her şeyin sahibi sanarak, malikânelerini sınırsız yetkilerle yöneten, acımasız ve uzak görüşsüz, kölesini işinin başında öldürmede bir an bile duraksamayan derebeylere benzemektedir.

Günümüzde, bu bunalımların ağırlıklı olarak yaşandığı Batı ülkelerinde, hepsinin de ortak çıkış noktası doğal dengenin bozulması olan çeşitli çevreci akımlar, konuya ilişkin eleştirel yaklaşımlar geliştirmektedir. Bu bunalımlar ve bunlara ilişkin geliştirilen eleştirel yaklaşımlar, “uygarlaşmak” için “dünya sistemim temsil eden Batı” ile bütünleşmek gereğini duyan ülkemizde de yakın gelecekte tartışılan güncel sorunlar durumuna gelecektir.

İleri sanayileşmiş Batılı tüketim toplumlarında ve giderek ülkemizin özellikle metropol kentlerinde de birey, günlük yaşantısını geçirdiği çevrenin doğallığını yitirmesi ve kısıtlılığı sonucu, insani işlevlerinden yalıtılmış ve kendine yabancılaşmış olarak yaşamak durumundadır. İşte bu gerçeklikten yola çıkarak değişik disiplinlerden ekolojistler, Batı uygarlığını şöyle eleştirmektedir; Tutsağı olduğumuz ekonomik sistem, tüketim ihtiyaçlarımıza yanıt vermektedir. Ama gitgide artan bir şekilde, insanla insan, insanla nesneler arasındaki zengin ilişkileri de yıkmaktadır. Tüm nesne ve insanların, neredeyse pazarda alınıp satılabilecek bir eşya haline getirilmesi söz konusudur. Tür olarak İnsan, doğal çevresi ile kendi arasında milyonlarca yıldan beri sürüp gelen etkileşimler süreciyle şu anda bulunduğu noktaya gelebilmiştir. Genel evrim açısından son derece kısa sayılabilecek bir süreden beri de giderek artan bir şekilde biyosferin yerini alma potansiyelini taşıyan teknosferle gelişimini devam ettirmektedir. Bu gelişmenin sonucu olarak da insanın kalıtsal yapılanımı ile çevresi arasındaki uyumsuzluk daha da artmaktadır. İnsanlar sonsuz denecek derecede çeşitlilik gösteren toplumlar meydana getirmişlerdir. Ancak sahip olduğumuz doğal ekosistemlerin yapı, işlev ve ilişkiye bağlı özelliklerinden uzaklaştıkça fakirleşmekte, kısırlaşmaktayız. Teknolojik ilerlemeler, geniş kitlelerin denetiminden çıkan yasalara göre genişlemektedir. Bunun da, çevre koşullarını daha da kötüleştirerek, türün varlığını tehdit eder boyutlara gelebileceği öngörülmektedir.

Özetlemeye çalıştığımız tüm bu koşullar, ekolojik yönelimli ruh hekimlerince “günümüzün toplumsal hastası” diye adlandırılan ve en azından Batı toplumlarında, görünüşte kalmayıp gerçekten de artan depresyonun oluşumunda etkisi olan gerçeklerdir.

Yazar Hakkında

admin