Bütün tanrı ve tanrıçaların başına yemin ederim ki bu sanatı bana öğretenleri ana baba tanıyacağım, malımın yarısını onlara vereceğim, lüzum görürlerse yardım edeceğim, onların çocuklarını kardeş göreceğim. İsterlerse ücret almaksızın bu sanatı da, bildiğim öteki şeyleri de onlara öğreteceğim.
Sanatıma ait bilgiyi oğullarıma, hocalarıma, tıp kanununa göre yemin etmiş kimselere öğreteceğim, başkalarına ifşa etmeyeceğim.
Tedavi usulünü kabiliyet ve muhakemenin emrettiği hastanın menfaatine en uygun gelen şekilde tatbik edip zararlı, düşmanca muameleden sakınacağım, hiç kimseye zehir vermeyeceğim gibi soranlara da bunu öğretmeyeceğim. Kadınlara çocuk düşürmek için âlet, ilaç tavsiye etmeyeceğim.
Saf ve mukaddes bir hayat geçireceğim, mesleğimi de buna göre tatbik edeceğim. Girdiğim evlere hastanın menfaatini düşünerek gireceğim, evde irtikap veya fenalık fiillerini aklımdan geçirmeyeceğim. Köle veya hür, erkek veya kadın, kimseyi aldatmayacağım. İnsanların hayatına dair duyduklarımı, bana sır olarak verildiği takdirde mesleğimi ilgilendirsin, ilgilendirmesin kimseye ifşa etmeyeceğim.
Bu yemine sadık kaldıkça temiz bir hayat süreyim, herkesin saygısını, güvenini kazanayım, bunu yapmazsam her türlü felâkete uğramayı hak etmiş olurum.
İnsanın sağlığı için mücadelesi şaşılacak derecede dinsel inançlarıyla karışmıştır. Bu hâlâ da böyledir; hastanın iyileşmesi için dualar, Allah’a yakarışlar her gün rastlanan bir olay değil midir? Bunu normal karşılamak gerekir, çünkü bedeni acıların çoğu ruhi sıkıntılardan ileri gelmektedir; ruhi sıkıntıların giderilmesi sonucu, insan çoğu kere fiziksel sağlığına kavuşur.
İnsanın sağlığı için mücadelesi vahşi ormanlarda, kayaların çok sık olduğu ve insan ömrünü kısıtladığı devirlerde başladı. Tarih öncesi zamanlarda bile, tıp bilimi bu zalim mücadele içinde insanın yaşantısını etkiliyordu. Sonraları bulunan fosiller, Taş Devri insanlarının kırılan kemikleri onarabilecek ve hastaya işkence eden kötülüğün (şeytanın) çıkıp gitmesi için hastanın kafatasına bir delik açacak kadar tıpla uğraştıklarını ortaya koymuştur.
Tarih başladığında ise rahipler doktorluk görevini yerine getiriyorlardı ve hastalıkların tedavisi veya ölümden, yani insanların kaderinden doğrudan doğruya tanrılar sorumlu idiler. Sonuç olarak insanın ilk (temel) düşünce olması gereken bu bilim dalında, batıl itikatla karışık bir din! inanış ve tevekkül ve çoğunlukla bilgisizlik o vakitler tıp biliminin yegâne araçları idi.
Yunanistan’da şifa tanrısı Aesculapius (asklepios) idi.
Aesculapius için dikilen anıtların kalıntılarına hâlâ rastlanmaktadır. Kendisi çok büyük ve çok popüler bir tanrı idi. İnsana sağlığını bağışlayan ve ağrılarından kurtaran bir tanrı için bu sevgi olağan bir şeydi şüphesiz. Sağlığa kavuşma, acılardan kurtulma, insan için bundan daha değerli bir şey olabilir mi? Aesculapius’un türbesinde hastalar, zayıflar ve bitkinler dua ederler ve orada uyuyup kalırlardı. Rüyalarında tanrının sihirli elleri başları üzerinde gezinir ve hastalıklarından kurtulmuş olarak uyanırlardı. Bu her zaman böyle olmazdı pek tabii. Çoğu kere tanrı bu yakarışlara kulak asmaz ve bu biçare kişiler kendilerini ölüme terk etmek üzere evlerine yollanırlardı.
Tanrının müşfik ve müessir olduğu, türbesinde sağılık bulan kişilerin bıraktığı sayısız tanıklık belgeleriyle kanıtlanmıştır. Parmakları felce uğramış biri Aesculapius’a yalvarmış, rüyasında tanrının kendisini ellerinden tuttuğunu görmüş ve iyileşmiş olarak uyanmıştır
Gözleri kör olan Alcetos rüyasında tanrının ellerini gözleri üzerinde koyduğunu görmüştür. Sabah uyandığında Alcetos’un gözleri aydınlığa kavuşmuştu. Aesulapius’un mabedinde bir köpek Thyson’un kör gözlerini yalamış ve gözler iyileşmiştir. Başka bir belgede ise şunlar var. Arata’nın kızı sıskalık illetine tutulmuştu. Arata Epidaurus’da ki tapınakta dua etti va acayip bir rüya gördü. Eve döndüğünde kızının da aynı rüyayı görmüş olduğunu ve bu illetten kurtulduğunu öğrendi.
Bu tanıklık belgeleri acaba ne dereceye kadar doğru? Şüphesiz hepsi de Aesculapius’a «Şifa tanrısı» olarak ün kazandırmış. Ancak unutulmamalı ki o devrin tıp konusundaki bütün bilgileri tapınağın koruyucusu rahiplerin inhisarında idi. İkinci önemli hastası ise Democritus (demokritos) Makedonya’da iken Yunanistan’ın veba salgınında Şifa tanrısına yardım ellerini uzatmış olamaz mıydı?
Tanrıdan şifa dileyip iyileşen ve kendilerini bu mezhebe adayan kişilerin sunuları, tapınağın yegâne gelir kaynağı idi. Bu nedenle de rahipler, gelir kaynaklarını tehlikeye sokan bir bilim adamına iyi gözle bakmazlardı. Şifa tanrısı etrafında yaratılan bu kültün devam etmesi gerekiyordu. Bunun için de din adamları aşağılık! doktorların çabalarını çatık kaşla karşılıyorlardı ve nihayet Hippocrates (Hipokrat) ortaya çıktı. Rahipler Hippocrates’in hiç umurunda değildi ve özellikle Aesculapius’la hiç ilgilenmiyordu. O her şeyden önce insanları iyileştirmek istiyordu. Bunu yapabilmesi için de insanların niçin hasta olduklarını bulması gerekiyordu.
Hippocrates M.Ö 460 yıllarında İstanköy (Kos) adasında doğdu. Rivayete göre ataları babası tarafından Aesculapius’a anası tarafından Herkül’e kader uzanıyordu. Eğer bu doğru ise Hippocretes’in hiç de iyi bir evlât olduğu söylenemez. Çünkü Hippocrates Aesculapius’u tahtından indirmiş ve Herkül’ün çabaları üzerine gölge düşürmüştü. Böylece nankör bir oğul olduğunu ortaya koymuştu.
Hakiki babası doktor Feraclides annesi Phaenarete idi. Önceleri babası ile birlikte tıp bilimi üzerinde çalıştı. Fakat sonra bununla yetinmeyip devrin büyük doktoru Selybria’lı Herodicus’un ayakları dibine oturarak bilgisini geliştirdi. Vücudun kötü ve fazla sıvılardan (humar) arınması için hastalarına otuz kilometre yol yürüten işte bu Herodicus İdi.
Sonra Hippocratas seyahat ederek çalışmalarını, bilgisini ilerletti ve bir sonuca ulaştı. Ancak Hippocrates’in seyahatleri kendinden önceki bilim adamlarına göre pek fazla sayılmaz. Örneğin Uzak Doğuyu hiç görmedi. Mısır’a gittiği de pek sanılmıyor. Mesleğini daha çok Taşoz adasında ve Tesalya’nın çeşitli kasabalarında geliştirdi ve uyguladı.
İlk önemli hastası Makedonya Kralı II. Perdiccos’la karşı karşıya olduğunu öğrendi ve Perdiccos’un (Perdikkas) bütün ısrarlarına rağmen kendi öz yurdu tehlikede iken kendisinin dışarda kalmaya gönlü razı olmadı. Derhal Atina’ya döndü ve bütün kentin çeşitli yerlerinde büyük ateşler yaktırarak salgını önledi. Hippocrates demircilerin vebaya yakalanmadıklarına dikkat etmiş ve bu ona yangının mikropları öldürücü rolü hakkında fikir vermişti. Fikri uyguladı ve başardı.
Doktor-rahip bir aileden gelen Hippocrates en sonunda bu kültü yıktı. Muska ve büyü gibi şeyleri kaldırıp attı ve duanın gücünü tamamen reddetti. Hippocrates, Aestulapius’a inananlara karsı çıkmış bir asi idi. Tapınaktaki rahiplerin bu konuda neler düşündüklerini söylemek imkânsız. Ancak Hippocrates’in bu düşünce ve davranışından dolayı herhangi bir kovuşturmaya uğradığı veya ölümle tehdit edildiği konusunda da hiç bir kayıt yoktur. Ne de olsa Hippocrates tek başınaydı, oysa hastaların sayısı pek çoktu.
Hippocrates tek bir kişiydi ama büyük ve güçlü bir kişi ve yüzyıllardır hüküm süren şifa tanrısının mabedini temelinden sarsmış, hastalık ve sağlık konusunda insanlığı her gün yeni ve açık kavramlara götüren yani bir devir açmıştı.
Hippocrates korkusuzdu ve dürüsttü. Bilmediği pek çok şey vardı fakat o, bütün ömrü boyunca tek bir şeye sarılmıştı: Öğrenmek arzusu. Kendi gözleriyle görmeden ve elleriyle dokunmadan herhangi bir şeye inanmayan, gördüğü ve dokunduğu şeyin doğruluğu konusunda hâlâ emin olmayan şüphecilerden biriydi.
Hipprocrates’in ahlaki görüşleri ve dürüstlüğü göklere çıkarılmış ve onun mesleğine ve insanlığa olan tutkusundan bugün «Hipokrat Yemini» olarak bilinen ve her doktorun bu mesleğe girerken tekrarladığı yemin doğmuştur. Bugün pek çok ülkede genç doktorlar bu yeminle başlıyorlar mesleğe:

Hipokrat Yemini
«… Ömrümü namuslu ve kutsal bir şekilde geçirecek. Mesleğimde dürüst olacağım. Mesleğim gereği, doktorluğum sırasında insanların hayatlarına dair gördüğüm ve işittiğim sırları hiçbir zaman, hiç bir yerde söylemeyeceğim…».
Hippocrates doksan yaşlarında Tesalya’nın kasabasında öldü. Fakat adı asırlar boyunca yaşadı ve Hippocrates adı etrafında efsaneler ve öyküler yaratıldı.
Hippocrates tıp tarihinde, baktığını görmesini bilen ve gördüğü şeylerin nedenlerini araştıran ilk insandı. Efsaneleri ve halkın inançlarını bir yana itti ve sağlığın sırlarının çözümüne doğru kendisine yol açmaya koyuldu. Hippocrates bilmek istiyordu. Hastaları iyileştirmek için bilmek istiyordu. Hastalarının hayranlığını kazanmak, esrarengiz tavırlar takınmak, blöf yapmak değildi, isteği, iki tedavi sisteminden, daha gösterişsiz ve daha basit olanını seçmeyi şiar edinmişti. Hastayı etkilemek için yapılan bir takım gösterişler ve ukalalıklar, ona göre bir çeşit aldatmaca, bir çeşit hile idi. Oysa o, her şeyin üstünde kendisine başvuran kişilere karşı dürüst olmak istiyordu. Bu dürüstlük anlayışını öylesine ileri götürmüştü ki durumu ümitsiz olan hastalara bakmayı reddediyordu.
Hippocrates, tıbbı felsefeden ayırmış ve onu bir bilim haline getirmiştir. Çalışmaları ve tedavi işlemi konusunda sağlam bir yöntem kurmuş ve böylece kendisinden sonra gelenlere kendisinin bıraktığı yerden devam edebilecekleri sağlam temeller bırakmıştı. Kendinden sonra birkaç yüzyıl boyunca bir şey kaydedilmemesi onun kabahati değildi şüphesiz. Daha sonraları ise Gelen geldi. Hippocrates yolun önünü açmıştı; ondan sonra gelenler Hippocrates’in bıraktığı yerde başlamak üzere devam ettiler.
Hippocrates’in öğretisine göre, insan vücudu doğal bir iç ateşle ısınıyordu ve bu ısının kaybı ölüme sebep oluyordu. Ona göre bu ısı bebeklikte en fazla hüküm sürüyor, ömür boyunca yavaş yavaş azalarak ölümle sona eriyordu. Hippocrates bu ısının kaynağı olarak insan kalbini göstermişti. Hiç insan vücudu kesip biçmemiş ve kan dolaşımı hakkında hiç bir şey bilmeyen biri için gerçekten şaşırtıcı bir tahmindi bua
Hippocrates’in yaptığı teşhislerin temeli insan vücudundaki dört sıvı idi: kan, sümuksü sıvı olan balgam (phlegm), sarı safra ve kara safra. Sağlıklı bir insanda bu sıvı maddeler uygun oranlarda karışmış olarak bulunuyordu. Uygun oranların ne olduğu konusunda Hippocrates bir şey söylemiyor. Ancak bu sıvıların yanlış karışımı hastalık, doğru (uygun) karışımı sağlık demekti.
Hippocrates bir hastaya bakmak için çağrıldığında derhal tedaviye başlıyordu. Bizim için bu normal gibi görünüyorsa da önceki tedavi biçiminden kesinlikle ayrılıyordu. Mısırda ve başka yerlerde hasta önce bir yere yatırılır ve beşinci güne kadar hastaya hiç bir şey yapılmazdı. Bu süre sonunda eğer hasta hala yaşamakta ise, kendisini kurtarmak için çaba sarf edilirdi. Böyle bir sistemde, muhtemelen ölüm çoğu kere doktorların imdadına yetişiyor ve onları bir sürü külfetten kurtarıyordu. Hippocrates bu tedavi şekline son verdi. Ona göre mantıksız bir sistemdi bu.
Hippocrates, önce hastasının yiyeceklerini dikkatle inceliyordu. Bu sebeple Hippocrates’e ilk diyet uzmanı denebilir. Makul bir şekilde yemek yemek sağlığın ilk şartı idi; sağlığı tekrar kazanmak ise ancak akıllıca bir gıda rejimi ile mümkündü. Ona göre, iyi ve kötü doktorlar arasındaki fark tedavinin nasıl yapıldığı ile ilgiliydi ve uygulanan gıda rejiminden ileri geliyordu.
Onun zamanında had safhadaki hastalıklar için geliştirilmiş bir tedavi sistemi yoktu. Hippocrates bu konuda da öncülük yapmak zorundaydı. Çağdaşları, çoğu kere böyle durumlarda hastayı açlıktan ölü duruma getiriyorlardı. Hippocrates bu aptalca tedavi şeklini kınadı ve reddetti. Hastanın ağır gıdalar yiyemeyecek kadar zayıf olduğu durumlarda, Hippocrates, arpa suyu, tatlı şarap ve bal şerbetine başvuruyordu. Bol miktarda su ve balın kaynatılmasıyla elde edilen bal şerbeti besleyici bir gıda olarak çok işe yarıyordu.
Ateşli hastalıkların tedavisinde de Hippocrates, bütün önceki uygulamaları altüst etti. Bedenin ateşle zayıf düştüğü durumlarda, gıda ve hareketlere çok dikkat edilmesi gerektiğini aşırı yemek ve şiddetli hareketin tehlikeli olabileceğini söylüyordu. Bu görüşüyle Hippocrates, bugünkü modern anlayışa yaklaşmıştır. Kendinden önce pek çok ateşli hasta şiddetli hareketler ve ağır gıdalar gerektiren bir tedavi şekil uygulanmak suretiyle ölüme sürüklenmişti. Bu tedavi biçiminin kökeni, bu şiddetli hareketlerin kötü ruhları kovacağı şeklindeki dini inanışa dayanıyordu.
Genel olarak Hippocrates aşırı sağlığın hastalığın yakın akrabası olduğu fikrinde idi. Bu fikir şu aksiyonla ifade edilmiştir: «Sağlıklı kişiler sağlıklarının farkında değillerdir, sadece hastalar sağlığın değerini bilirler.» Bu kuramın sonucu olarak Hippocrates, her şeyde itidal tavsiye etmiştir. Ona göre, akıllıca yaşamanın altın anahtarı her şeyde itidal sahibi olmaktır.
Hippocrates, kendinden önceki doktor-rahiplerden kalan 265 çeşit ilacı çok dikkatle kullanmıştır. O öncelikte iklim, su ve akıllıca uygulanan bir gıda rejimine güvenmiş ve gerisini doğanın hükmüne bırakmıştır. Rüzgârlar, sular ve yıldızların insan sağlığı üzerindeki etkileri hakkında yazılar yazmıştır. İklimin etkileri konusunda yaptığı incelemeler ve yorumlar hala değer taşır. Yıldızlara gelince O da kendisini çok yakından çevreleyen karanlık geçmişin etkilerinden tamamen kurtulamamış ve Sirius (*) ve Arcturus (**) doğarken ve Pleiades (***) batarken, mikroplar ve hastalıkların her zamankinden daha yaygın olduğunu ileri sürmüştür.
Hippocrates hastalığın bir ceza olarak tanrılar tarafından gönderildiği şeklindeki eski görüşü reddetmiştir. «Kutsal Hastalık» adını taşıyan epilepsinin (Sara) bile tanrısal kökenini inkâr etmiştir. Ona göre hiç bir hastalık, bir diğerinden daha kutsal değildir; bütün hastalıklar doğal sebeplerden ileri gelir. Bu doğal sebepler arasında Hippocrates sıcak, soğuk, rüzgâr ve güneşi sayıyordu.
Hippocrates, kemikler, kemiklerin bağlantıları ve yerleri hakkında da bazı şeyler biliyordu. Kaslar ve iç organları hakkındaki fikirleri ise biraz karışıktır ve çoğunlukla yanlıştır. Sinirler ve sinir sistemi hakkında ise hiç bir şey bilmiyordu.
Hippocrates beyini yapışkan bir sıvı ifraz eden bir beze olarak düşünüyordu. Ancak düşünceyi beynin bir faaliyeti olarak tanımladığı konusu pek kesin olarak bilinmiyor. Böbrekleri de bezeler olarak tanımlamıştı; fakat ona göre, böbrekler içilen sıvı maddelerden suyu alıp mesaneye aktarmak gibi bir özelliğe sahipti.
Hippocrates’in yanılgılarına ve hatalarına tebessüm ederken, şunu unutmamalıyız ki Hippocrates insan vücudunun teşhir edildiği (parçalandığını) hiç görmemişti; mikroskopu yoktu ve kimya konusunda hiç bir şey bilinmiyordu. Ne mikroplar hakkında, ne de guddelerin (beze) ince ve ustalıklı işleyişleri hakkında hiç bir bilgisi yoktu. Karanlık bir odada, hiç bir aleti olmaksızın, hassas bir aygıtı (cihazı) onarmaya çalışan biri gibiydi. Çabaları, gerçi biraz acemiceydi ve yetersizdi. Fakat üzerinde çalıştığı makinayı tahrip etmedi.
Çevresindeki her çeşit batıl inanışları yıkmaya uğraştı ve hastalıkların doğal nedenlerden ileri geldiğini beyan etti. Batıl inançların yalancı esrarını yok etti ve böylece bu inançların korku ve dehşetini azalttı.
Hippocrates, tıp biliminin, eskimeye yüz tutmuş bir dinin tapınaklarında ölüme terk edildiğini görmüş ve onu bu tapınaklardan kurtarmıştı. Tıbbın, insanın acısını dindirmek gibi büyük görevine değer vererek tıp bilimini canlı ve etkin bir hale getirdi ve insanlığın hizmetine sundu.